Üzerinden çok geçmeden o gemi çatmasının, ölmüş koyunların leşleri geminin dibindeki yarıktan fırlayarak, bütün şişmişlikleriyle, bütün kokuşmuşlukları ve bütün mikroplarıyla, tüyleri yapış yapış, bacakları gerilmiş, dilleri dışarıda, gözleri görmez olmuş, kulakları hiç duymaz, Boğaz sularını korkudan ürpertmek için yukarıya vurdular. Her bir koyun leşi vurdukça yukarıya vurdular. Her bir koyun leşi vurdukça yukarıya, Boğaz tiksintiyle öğürdü, öğürdü koyun leşleriyle yan yana, sarmaş dolaş; silkinerek kurtulmak istedikçe, sularının ne kadar ağırlaşmış olduğunu, yağların, tortuların, yabancı maddelerin, sularında nasıl da yoğunlaşmış olduğunu dehşet içinde kalarak algıladı; içine düştüğü bataktan kurtulmak isteyip de silkindikçe, leşlerden yükselen koku daha bir yayılıyor, daha bir güçleniyordu dört bir yanında...
Her öykünün sonunda koronun sesi duyulur, toplumun ve anlatıcının sesi. Öyküler trajiktir, anlamları koronun söyledikleriyle genişler. Geçmişle günün postmodern kesişimlerinde eski çağların yüksek sesli çığırtkanlığı, Yunus Emre’nin sözlerini taşır bir kez, diğerleri orijinal dörtlemelerdir. İyidir bu, öyküleri biçimle bağlar. Selimoğlu’nun doksanlarda yazdığı son öykülerinde güncel zamanın meseleleriyle uzak geçmişin büyük hadiseleri iç içe geçmiştir, Roma cayır cayır yanarken Hakan Peker’in bir şarkısı araya sıkışıverir, işin mizah boyutu sağlamdır ve yeterincedir, olmamışlığı yoktur.
Sisin Ardında: Londra’ya Dover’dan gelen beş kişi, dördü evli. Beşinci kişi anlatıcı. Şehri gezmek istiyor ve diğerlerinden ayrılıyor, siste kaybolmamasını söylüyorlar ardından. Anlatıcı taksiye atlıyor, kenar mahallelere, ıssız ve sisli yerlere gitmek istediğini söylüyor. Taksinin İngiliz soylularına benzetildiğini, şoförün de taksisine çok benzediğini buraya sıkıştırayım. Ne kadar da soylu bir İngiltere. Neyse, şoför ıssız bir mahalleye çeker ve müşterisine dikkatli olması gerektiğini söyler, akşam olmaktadır. Kızıl havalar seyredilmektedir. Araba homurdanarak uzaklaşır, Whitechapel nam bir yerdedir anlatıcı, bu ismi bir yerden hatırlar ama nereden hatırladığını hatırlayamaz. Bu hatırlayamama huzursuzluğu öykü boyunca sürer, tekrarlanır. Sisler aralanır, kapanır, gri perdenin ardında görülen ışıkların tekinsizliği, kapılardan çıkıp kaybolan insanların korku figürlerine dönüşmesi, hayat kadınlarının teklifleri adamın kafasında nihayet bir ışık çaktırır. Whitechapel, Jack’s Pub, Jack, karın, deşmek, Karındeşen Jack, Whitechapel’ın efsanevi katili! Karnına bir sancı saplanır anlatıcının, iki büklüm olur, rolüne kavuşur. Koro: Sis, dünyayı tiyatroya çevirir ve herkes rolüne bürünür. Sisin içinde kimlikler içi boş olarak durur, bekler, içinden geçeni bürütüverir.
“Geçmiş Zamanın Peşinde”: Diyalog, on sekizine yaklaşan bir kız ve genç adam. Kızın boyanmaması gerekir, adam için doğal güzellik büyüleyicidir ve bu durum haliyle ispatlanmıştır. Adamın ağzından çıkan her bir sözcüğü içmek ister kız, adamdan daha çok konuşmasını ister. Konuşurlar. Kız, adamdan abisi kalmasını ister ama gönlünü bir kere kaptırmıştır, koyu Katolik mantığı kızı zincirlemiştir, kız ne kadar açılsa da kilitleri kıramaz.
Yazılmamış bir mektuba geçilir. Kız, İtalyan bir mühendisle mantık evliliği yapmıştır ve hayatının nasıl darmadağın olduğunu mektupta anlatmaktadır. Aslında anlatmamaktadır, mektubu hiçbir zaman yazmamıştır. Koro: İnsan okunursa bir kez okunur, okunamazsa hep okunur. Kız şişmanlamıştır, çok sevdiği bisikletine binemez hale gelmiştir. Adamın boyama dediği dudaklarını boyar, öykü biter.
Bir Çöplüğe Bakar Öyküdür: Babayla oğul çöplüğün yakınlarından geçerler. Anne yok, bu yüzden çocuğa hayır diyemeyen bir baba var elde, yemyeşil bir yol var ve babayla oğlun, bir de yeşilliğin güzelliğini ortadan kaldıran bir çöplük. Oğul, çöplüğü görmek ister ve babasını leş kokulu alana sürükler. Çöplükteki kokular uzun uzun anlatılır, burnun direği edebi olarak kırılır. Burada duruyorum, bunu yaşamanız lazım. Ben Kıbrıs’ta yaşadım, askerlik yaparken. Hizmet bölüğü olarak kışlanın çöp işlerini yapıyorduk, inanılmaz bir israfın teminatı olan ordunun çöplüğü langır lungur gidilen bir yolun sonundaki dev çukurdu. Bir gün içinde tüketilmemiş peynirlerin bulunduğu tenekeleri Unimog’un arkasına tepeleme yığdık. Tenekelerin içindeki yaşam formlarından ve dünyanın en kötü kokusundan bahsetmeyeyim, şundan bahsedeyim: Çukurlara gire çıka giderken kasada etrafı dikizleyen saftirik askerler olarak bir dünya tenekenin altında kaldık. Kamuflajların batması bir yana, o pisliğin içinde haşarat bizi nasıl yiyip bitirmedi, hâlâ merak ederim. Bu kadar leşlik yeter, devam. Kedi var, çocuk babasından kediyi kurtarmasını ister. Baba kediyi kurtarmaya çalışırken çöp dağından aşağı düşer, çocuk koşarak yardım çağırmaya gider. Anlatıcının sesini duyarız, öykünün böyle bitmemesi gerektiğini söyler. Olayları anlatmaz ama kediyle babanın kurtulacağını müjdeler. Son.
Bir Düşsel İmpala Rüzgârı: Julia Roberts var bu öyküde. Anlatıcı için bir impaladır o. Özgür ruh, çekici kız. Okul arkadaşı ikisi, okulda Roberts’a asılmayan tek kişi anlatıcıdır, bu yüzden iyi arkadaş olurlar. Roberts okulu bırakır, oyuncu olmaya çalışırken yıllar geçer ve tekrar karşılaşırlar, Roberts hayat kadını olmuştur. Bir sonraki karşılaşmaları, Roberts’ın dayakçı kocasını öldürmesinden sonradır. Anlatıcı avukat olmuştur, Roberts’a yardımcı olmak ister. Hikâyesini dinlediğinde bundan iyi bir film çıkacağını söyler. Sleeping with the Enemy’ye bağlanır olay, kurmacayla gerçeğin iç içe geçmiş bir halidir bu öykü.
Sonraki üç öyküde alternatif, komik tarihler yazılır. Nero’nun Roma’yı yakmadan önce “tez elden” hekim çağırtması ve iyilerinden seçtirmesi, Preveze öncesi İtalya’ya yapılan akınlar ve tarihçilerin ciddi metinleriyle öykünün mizahının komik birleşimi iyidir, hoş bir kurmaca biçimidir.
Denizlerin, İstanbul! adlı öykü aralarında en uzunudur. Kilyos’ta toplama kamplarının acısını hatırlayan Yahudi’den başlayarak bütün kıyılar ve bütün denizler incelenir, Jaws ve “meduzalar” anılır, sulardaki koli basilleri canavarlara dönüşür, adaların denizleri diğer kıyıların denizlerinden ayrılır, aynı deniz anıların dönüştürücülüğünde değişir. Diğer öyküler içinde en iyisi budur sanırım.
Selimoğlu iyi öykücüdür, es geçilmemeli.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Her öykünün sonunda koronun sesi duyulur, toplumun ve anlatıcının sesi. Öyküler trajiktir, anlamları koronun söyledikleriyle genişler. Geçmişle günün postmodern kesişimlerinde eski çağların yüksek sesli çığırtkanlığı, Yunus Emre’nin sözlerini taşır bir kez, diğerleri orijinal dörtlemelerdir. İyidir bu, öyküleri biçimle bağlar. Selimoğlu’nun doksanlarda yazdığı son öykülerinde güncel zamanın meseleleriyle uzak geçmişin büyük hadiseleri iç içe geçmiştir, Roma cayır cayır yanarken Hakan Peker’in bir şarkısı araya sıkışıverir, işin mizah boyutu sağlamdır ve yeterincedir, olmamışlığı yoktur.
Sisin Ardında: Londra’ya Dover’dan gelen beş kişi, dördü evli. Beşinci kişi anlatıcı. Şehri gezmek istiyor ve diğerlerinden ayrılıyor, siste kaybolmamasını söylüyorlar ardından. Anlatıcı taksiye atlıyor, kenar mahallelere, ıssız ve sisli yerlere gitmek istediğini söylüyor. Taksinin İngiliz soylularına benzetildiğini, şoförün de taksisine çok benzediğini buraya sıkıştırayım. Ne kadar da soylu bir İngiltere. Neyse, şoför ıssız bir mahalleye çeker ve müşterisine dikkatli olması gerektiğini söyler, akşam olmaktadır. Kızıl havalar seyredilmektedir. Araba homurdanarak uzaklaşır, Whitechapel nam bir yerdedir anlatıcı, bu ismi bir yerden hatırlar ama nereden hatırladığını hatırlayamaz. Bu hatırlayamama huzursuzluğu öykü boyunca sürer, tekrarlanır. Sisler aralanır, kapanır, gri perdenin ardında görülen ışıkların tekinsizliği, kapılardan çıkıp kaybolan insanların korku figürlerine dönüşmesi, hayat kadınlarının teklifleri adamın kafasında nihayet bir ışık çaktırır. Whitechapel, Jack’s Pub, Jack, karın, deşmek, Karındeşen Jack, Whitechapel’ın efsanevi katili! Karnına bir sancı saplanır anlatıcının, iki büklüm olur, rolüne kavuşur. Koro: Sis, dünyayı tiyatroya çevirir ve herkes rolüne bürünür. Sisin içinde kimlikler içi boş olarak durur, bekler, içinden geçeni bürütüverir.
“Geçmiş Zamanın Peşinde”: Diyalog, on sekizine yaklaşan bir kız ve genç adam. Kızın boyanmaması gerekir, adam için doğal güzellik büyüleyicidir ve bu durum haliyle ispatlanmıştır. Adamın ağzından çıkan her bir sözcüğü içmek ister kız, adamdan daha çok konuşmasını ister. Konuşurlar. Kız, adamdan abisi kalmasını ister ama gönlünü bir kere kaptırmıştır, koyu Katolik mantığı kızı zincirlemiştir, kız ne kadar açılsa da kilitleri kıramaz.
Yazılmamış bir mektuba geçilir. Kız, İtalyan bir mühendisle mantık evliliği yapmıştır ve hayatının nasıl darmadağın olduğunu mektupta anlatmaktadır. Aslında anlatmamaktadır, mektubu hiçbir zaman yazmamıştır. Koro: İnsan okunursa bir kez okunur, okunamazsa hep okunur. Kız şişmanlamıştır, çok sevdiği bisikletine binemez hale gelmiştir. Adamın boyama dediği dudaklarını boyar, öykü biter.
Bir Çöplüğe Bakar Öyküdür: Babayla oğul çöplüğün yakınlarından geçerler. Anne yok, bu yüzden çocuğa hayır diyemeyen bir baba var elde, yemyeşil bir yol var ve babayla oğlun, bir de yeşilliğin güzelliğini ortadan kaldıran bir çöplük. Oğul, çöplüğü görmek ister ve babasını leş kokulu alana sürükler. Çöplükteki kokular uzun uzun anlatılır, burnun direği edebi olarak kırılır. Burada duruyorum, bunu yaşamanız lazım. Ben Kıbrıs’ta yaşadım, askerlik yaparken. Hizmet bölüğü olarak kışlanın çöp işlerini yapıyorduk, inanılmaz bir israfın teminatı olan ordunun çöplüğü langır lungur gidilen bir yolun sonundaki dev çukurdu. Bir gün içinde tüketilmemiş peynirlerin bulunduğu tenekeleri Unimog’un arkasına tepeleme yığdık. Tenekelerin içindeki yaşam formlarından ve dünyanın en kötü kokusundan bahsetmeyeyim, şundan bahsedeyim: Çukurlara gire çıka giderken kasada etrafı dikizleyen saftirik askerler olarak bir dünya tenekenin altında kaldık. Kamuflajların batması bir yana, o pisliğin içinde haşarat bizi nasıl yiyip bitirmedi, hâlâ merak ederim. Bu kadar leşlik yeter, devam. Kedi var, çocuk babasından kediyi kurtarmasını ister. Baba kediyi kurtarmaya çalışırken çöp dağından aşağı düşer, çocuk koşarak yardım çağırmaya gider. Anlatıcının sesini duyarız, öykünün böyle bitmemesi gerektiğini söyler. Olayları anlatmaz ama kediyle babanın kurtulacağını müjdeler. Son.
Bir Düşsel İmpala Rüzgârı: Julia Roberts var bu öyküde. Anlatıcı için bir impaladır o. Özgür ruh, çekici kız. Okul arkadaşı ikisi, okulda Roberts’a asılmayan tek kişi anlatıcıdır, bu yüzden iyi arkadaş olurlar. Roberts okulu bırakır, oyuncu olmaya çalışırken yıllar geçer ve tekrar karşılaşırlar, Roberts hayat kadını olmuştur. Bir sonraki karşılaşmaları, Roberts’ın dayakçı kocasını öldürmesinden sonradır. Anlatıcı avukat olmuştur, Roberts’a yardımcı olmak ister. Hikâyesini dinlediğinde bundan iyi bir film çıkacağını söyler. Sleeping with the Enemy’ye bağlanır olay, kurmacayla gerçeğin iç içe geçmiş bir halidir bu öykü.
Sonraki üç öyküde alternatif, komik tarihler yazılır. Nero’nun Roma’yı yakmadan önce “tez elden” hekim çağırtması ve iyilerinden seçtirmesi, Preveze öncesi İtalya’ya yapılan akınlar ve tarihçilerin ciddi metinleriyle öykünün mizahının komik birleşimi iyidir, hoş bir kurmaca biçimidir.
Denizlerin, İstanbul! adlı öykü aralarında en uzunudur. Kilyos’ta toplama kamplarının acısını hatırlayan Yahudi’den başlayarak bütün kıyılar ve bütün denizler incelenir, Jaws ve “meduzalar” anılır, sulardaki koli basilleri canavarlara dönüşür, adaların denizleri diğer kıyıların denizlerinden ayrılır, aynı deniz anıların dönüştürücülüğünde değişir. Diğer öyküler içinde en iyisi budur sanırım.
Selimoğlu iyi öykücüdür, es geçilmemeli.