Lefkoşa’da dolanırken Kıbrıslı sanatçıların metinlerini merak etmiştim. Eski, tozlu sokaklar arasında iki katlı yapılar, katedralden bozma bir cami, bitmek bilmeyen duvar, sınırlanmış bir şehir, sınırlanmış bir dil yaratıyı nasıl biçimlendirebilir, peşine düşmek konusunda kendi kendime söz verdim. Mehmet Yaşın, Neşe Yaşın, Osman Türkay, Pembe Marmara, kimi bulursam. M. Kansu’yu buldum ilk. Kapak resmi yok, kitap da pek yok ortalıkta. Nadirkitap’ta iki yerde var, başka da yok. Kayıp kitapların izini sürmeye devam ediyorum, sevdim bu işi. Bilinmeyeni ortaya çıkarmak istiyorum, silinip gitmeye yakın işlerin tarihini ben tutacağım.
Kansu’nun öyküleri kısa, nefeslik. Anın yaşandığını ispatlamak için anının, imgelerin kapatıldığı küçük odalar. Doğanın duyumsanan kısmı, her an her şeyle etkileşim içindeki insanı bir noktada sürgün vermek zorunda bırakıyor. Sezar ile Cezar bu sürgünün ürünü bir öykü. Bir adam evden çıkar, bir çiçek güneşe bakar, her şey sessizce gerçekleşir ya da o durgun, devinimsiz dünyada hiçbir hareket gerçekleşmemiştir, çok önceden çizilmiş bir haritayı önüne alan kaşif neyi keşfedebilir?
İnsanın en bilindik acıları bu sessizlikte büyüyor, doğanın resmini çizdikten sonra. Kansu, çoğu öyküsüne rengarenk mekanını kurarak başlıyor; güneş, ağaçlar, toprak, gök, mevsimler, rüzgar… Bir sıkıntı, hepsinin ortasında. Parlak renkler birbiriyle uyumsuz, bir tekinsizlik duyuluyor. Bunca rengin -bir araya geldiğiyle- neye dönüşeceği, hangi sokağa çıkacağı belli, insanı nereye koyarsanız koyun. Acısı olabildiğince çıplak. Kuşkunun Çizdiği Ölüm, cüzamlı bir hastayla doktorunun arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Kıbrıs, çeşit çeşit meyvenin dallardan sokaklara sarktığı ve hemen hiç kimsenin bu meyvelere dokunmadığı bir yerdir. Acaba insanlar acılara da mı dokunmuyorlar, herkes acısını bir kendine mi ilikliyor diye düşünmedim değil, zira Girne’den Lefkoşa’ya çok yalnız bir toprağın öyküsünü duyarsınız. Cahit Zarifoğlu Kıbrıs’ta askerlik yaparken bir gözlemde bulunmuş, tam hatırlamıyorum şimdi. Şöyle bir şeydi: “Girne’den çıktık, X, Lefkoşa, Y, Mağusa. Bu kadar.” Kıbrıs’ın insanları, her biri bir ada. Bir Başka Rengi Dönüşürdü Acılarla Yüzleştikçe adlı öyküde “O” vardır; arkadan gelen bir ses, boyna dişlerini geçiren bir hayvan, her an hissedilen bir yılgı. Adayı yalıtmak bir şey, insanı yalıtmak bir başka şey. İnsan kendi sıkıntısını kendi yarattığı noktaya gelirse bir yerlere kilitlediği huzuru da kaybeder ve O’ndan başka konuşacak kimsesi kalmaz. O Ağacı, her mevsim kül çiçeği açar. Yapay Işığı Benimsemenin Bedeli, bir başka O’nun öyküsü, mutluluk veren O’ların da bir nevi zincir olduğunu söyler. Yakaya taktığınız bir O, takmadığınızda her an nerede olduğunu sorguladığınız, gazetede sevdiğinin evinin önünde intihar ettiğini okuduğunuz genci düşünürken kendini hatırlatan O, zamanı dilim dilim önünüze serdiğinizde her bir parçada kendini hatırlatan O, hiçbir imgeyle dönüştüremeyeceğiniz, yok edemeyeceğiniz, mücadele dahi edemeyeceğiniz… O, bir dünya markası.
Aç Çocuğa Öykü gibi daha toplumsal meselelerin öyküleri de vardır, adadan gitmeye çalışanların öyküsü, sokaklara gömülenlerin öyküsü. Milliyetçi bir damara rastlamadım, savaşların izleri mevcuttur ama mevzunun anlamsızlığı üzerinden gidilir. Yani sonuçta kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, aydınlanma falan, bu ne mantıksızlık?
Uğultusuz, Uzun Bir Önsevişme… Uğu çıkarın akıldan, tutkuya kapı aralarsınız.
Kalın, Kurşuni Bir Bulut, başka bir biçimle başka bir yazardan, Bilge Karasu’dan okuduğum bir öyküdür. Bilge Karasu’nun üç kadını/adamı/mahluğu (özneyi, nesneyi?) aynı anda konuşturduğu bir öyküsü vardır, zannımca Heidegger’ın dil-varlık meselesinden açılmış bir pencereden görünenlerle yazılmıştır. Neyse, bu öyküde bir masa etrafında oturan kişilerin bağlamı belirleyen tek bir objeye/süjeye dönük konuşmaları, kimliklerini yitirmelerine, sözcüklerin kurşuni bir buluta dönüşüp her şeyin üzerini kapamasıyla son bulur. Üzerine düşünülmüş bir öykü.
Şununla bitireyim: Akın, İyi Ki Yaşlandın.. Gülten Akın’ın geçtiği bir öykü, bir şairden diğerine kurulan bağ. Akın’ın o zamanlar çıkardığı kitabı Sonra İşte Yaşlandım üzerinden şiirlerinin sarı kağıtlar kadar bir şey olduğunu düşünen anlatıcı, kendi şiirinin yaşlılığının da farkına varır ve Akın’a sevgilerini döker. Yanlış döker galiba; kitabın adını Ve İşte Yaşlandım olarak alır. Öyle midir? Şairler arasında kitapların adları değişebiliyordur belki; bir şairin bir diğer şairin kitabı üzerinde tasarrufu mevcut mudur?
Şairden öyküler olduğu için her bir satırda farklı imajlara açık olmalısınız, karmaşa yaratan metinler bunlar; tür gereği oldukça yoğun. Şu güzel ki -kim demişti bunu, hatırlamıyorum- “ölü imgeler” yok, yani çıkmaz sokağa varmayacaksınız hiçbir zaman.
Edinebilirseniz bir bakın diyeceğim. Denk gelirseniz artık.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Lefkoşa’da dolanırken Kıbrıslı sanatçıların metinlerini merak etmiştim. Eski, tozlu sokaklar arasında iki katlı yapılar, katedralden bozma bir cami, bitmek bilmeyen duvar, sınırlanmış bir şehir, sınırlanmış bir dil yaratıyı nasıl biçimlendirebilir, peşine düşmek konusunda kendi kendime söz verdim. Mehmet Yaşın, Neşe Yaşın, Osman Türkay, Pembe Marmara, kimi bulursam. M. Kansu’yu buldum ilk. Kapak resmi yok, kitap da pek yok ortalıkta. Nadirkitap’ta iki yerde var, başka da yok. Kayıp kitapların izini sürmeye devam ediyorum, sevdim bu işi. Bilinmeyeni ortaya çıkarmak istiyorum, silinip gitmeye yakın işlerin tarihini ben tutacağım.
Kansu’nun öyküleri kısa, nefeslik. Anın yaşandığını ispatlamak için anının, imgelerin kapatıldığı küçük odalar. Doğanın duyumsanan kısmı, her an her şeyle etkileşim içindeki insanı bir noktada sürgün vermek zorunda bırakıyor. Sezar ile Cezar bu sürgünün ürünü bir öykü. Bir adam evden çıkar, bir çiçek güneşe bakar, her şey sessizce gerçekleşir ya da o durgun, devinimsiz dünyada hiçbir hareket gerçekleşmemiştir, çok önceden çizilmiş bir haritayı önüne alan kaşif neyi keşfedebilir?
İnsanın en bilindik acıları bu sessizlikte büyüyor, doğanın resmini çizdikten sonra. Kansu, çoğu öyküsüne rengarenk mekanını kurarak başlıyor; güneş, ağaçlar, toprak, gök, mevsimler, rüzgar… Bir sıkıntı, hepsinin ortasında. Parlak renkler birbiriyle uyumsuz, bir tekinsizlik duyuluyor. Bunca rengin -bir araya geldiğiyle- neye dönüşeceği, hangi sokağa çıkacağı belli, insanı nereye koyarsanız koyun. Acısı olabildiğince çıplak. Kuşkunun Çizdiği Ölüm, cüzamlı bir hastayla doktorunun arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Kıbrıs, çeşit çeşit meyvenin dallardan sokaklara sarktığı ve hemen hiç kimsenin bu meyvelere dokunmadığı bir yerdir. Acaba insanlar acılara da mı dokunmuyorlar, herkes acısını bir kendine mi ilikliyor diye düşünmedim değil, zira Girne’den Lefkoşa’ya çok yalnız bir toprağın öyküsünü duyarsınız. Cahit Zarifoğlu Kıbrıs’ta askerlik yaparken bir gözlemde bulunmuş, tam hatırlamıyorum şimdi. Şöyle bir şeydi: “Girne’den çıktık, X, Lefkoşa, Y, Mağusa. Bu kadar.” Kıbrıs’ın insanları, her biri bir ada. Bir Başka Rengi Dönüşürdü Acılarla Yüzleştikçe adlı öyküde “O” vardır; arkadan gelen bir ses, boyna dişlerini geçiren bir hayvan, her an hissedilen bir yılgı. Adayı yalıtmak bir şey, insanı yalıtmak bir başka şey. İnsan kendi sıkıntısını kendi yarattığı noktaya gelirse bir yerlere kilitlediği huzuru da kaybeder ve O’ndan başka konuşacak kimsesi kalmaz. O Ağacı, her mevsim kül çiçeği açar. Yapay Işığı Benimsemenin Bedeli, bir başka O’nun öyküsü, mutluluk veren O’ların da bir nevi zincir olduğunu söyler. Yakaya taktığınız bir O, takmadığınızda her an nerede olduğunu sorguladığınız, gazetede sevdiğinin evinin önünde intihar ettiğini okuduğunuz genci düşünürken kendini hatırlatan O, zamanı dilim dilim önünüze serdiğinizde her bir parçada kendini hatırlatan O, hiçbir imgeyle dönüştüremeyeceğiniz, yok edemeyeceğiniz, mücadele dahi edemeyeceğiniz… O, bir dünya markası.
Aç Çocuğa Öykü gibi daha toplumsal meselelerin öyküleri de vardır, adadan gitmeye çalışanların öyküsü, sokaklara gömülenlerin öyküsü. Milliyetçi bir damara rastlamadım, savaşların izleri mevcuttur ama mevzunun anlamsızlığı üzerinden gidilir. Yani sonuçta kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, aydınlanma falan, bu ne mantıksızlık?
Uğultusuz, Uzun Bir Önsevişme… Uğu çıkarın akıldan, tutkuya kapı aralarsınız.
Kalın, Kurşuni Bir Bulut, başka bir biçimle başka bir yazardan, Bilge Karasu’dan okuduğum bir öyküdür. Bilge Karasu’nun üç kadını/adamı/mahluğu (özneyi, nesneyi?) aynı anda konuşturduğu bir öyküsü vardır, zannımca Heidegger’ın dil-varlık meselesinden açılmış bir pencereden görünenlerle yazılmıştır. Neyse, bu öyküde bir masa etrafında oturan kişilerin bağlamı belirleyen tek bir objeye/süjeye dönük konuşmaları, kimliklerini yitirmelerine, sözcüklerin kurşuni bir buluta dönüşüp her şeyin üzerini kapamasıyla son bulur. Üzerine düşünülmüş bir öykü.
Şununla bitireyim: Akın, İyi Ki Yaşlandın.. Gülten Akın’ın geçtiği bir öykü, bir şairden diğerine kurulan bağ. Akın’ın o zamanlar çıkardığı kitabı Sonra İşte Yaşlandım üzerinden şiirlerinin sarı kağıtlar kadar bir şey olduğunu düşünen anlatıcı, kendi şiirinin yaşlılığının da farkına varır ve Akın’a sevgilerini döker. Yanlış döker galiba; kitabın adını Ve İşte Yaşlandım olarak alır. Öyle midir? Şairler arasında kitapların adları değişebiliyordur belki; bir şairin bir diğer şairin kitabı üzerinde tasarrufu mevcut mudur?
Şairden öyküler olduğu için her bir satırda farklı imajlara açık olmalısınız, karmaşa yaratan metinler bunlar; tür gereği oldukça yoğun. Şu güzel ki -kim demişti bunu, hatırlamıyorum- “ölü imgeler” yok, yani çıkmaz sokağa varmayacaksınız hiçbir zaman.
Edinebilirseniz bir bakın diyeceğim. Denk gelirseniz artık.