Kâmuran Şipal’ın çevirilerini şıp diye tanımak için birkaç kelime yeterli. Mesela “hanidir” ve mesela “devcileyin” gibi. Fakat son nokta sanıyorum şu: “(…) ‘Aman da Meksika’nın güneşi’ şarkısını söylüyorlardı.” (s. 112) Dsfds, Meksika’yla bizim türküleri çağrıştırabilen sanırım bir tek Şipal. Çeviri emektarı kendisi, çok da dalga geçemiyorum, bazı çevirileri gerçekten buram buram çeviri koksa da ortada büyük bir emek var. Ben şahsen Şipal’ın ellerinden öperim.
Böll’ün öyküleri küçük insanların öyküleri; gerek savaş sonrasının, gerek toplumda yer edinme sıkıntısı çekenlerin hayatlarına şöyle küçük fakat derin pencereler. Evet.
Cüce ile Bebek: Bir istatistik memurunun dinle ilgili araştırması, dine karşı toplumun farklı kesimlerinden insanların tepkileri ve camda görülen bir biblo. Küçük şeyler. Deyince akla bizde hikâyenin başlangıcı geliyor akla ama Böll’ün öyküsünde bu: “İlkin sustu kadın. Ellerini önlüğüne kuruladı. Ağzı açık, gözlerini dikerek bana baktı: ‘Allah,’ dedi, ‘iki Allah var, biri zenginlerin Allah’ı, öbürü yoksulların.'” (s. 8)
Üzgün Yüzüm: Somurttuğu için kanunlara karşı gelen bir adamın polislerle başının belaya girmesi, hüküm giymesi. Özgür aklın zincire vurulması mı diyeyim, yoksa gülemeyen bir insanın sıkıntısı mı? Çeşitler çok.
Köprü Başında: Bir köprünün başında insanları saymakla görevlendirilmiş bey hakkındadır. İstatistik eleştirisi var. Şu kadar insan öldür katilsin, bu kadar öldür istatistiktir tarzı. Bu arada saymanımız aşık olduğu kızı da sayıyor, ayırt edemiyor diğerlerinden. Bak şimdi, deli çıkarım: Görev mi, duygular mı? Sartre’ın Duvar’ında benzer olmasa da aynı temelde bir çatışma vardı. Onu da anlatacağım. Neyse, bu böyle.
Lohengrin’in Ölümü: Yoksul bir çocuk hastanede ölmek üzere. Kardeşlerine yemek yapacaktı eve gidebilseydi. Vaftiz edilmemiş. Ölümüne yakın bir rahibe tarafından vaftiz ediliyor. Trajik bir şey.
Hesapta Olmayan Konuklar: Bu süper. Hayır diyemeyen bir çiftin evine fil bırakıyorlar, aslan bırakıyorlar. Sirk sahibi rica ediyor çiftten. Yarı aç yarı tok, öylece yaşıyorlar. Nasreddin Hoca-Timur vakası gibi.
Bütün öyküleri almıyorum, biraz heyecanı da olsun kitabın. Hehe. Almadığım bir öyküden tadımlık:
“İşin en berbat yanı bir mesleğimin olmaması. Şimdilerde insanın bir mesleği bulunması gerekiyor da. Öyle diyorlar. Bir vakitler hep söylerlerdi, meslek olmasa da olur, bize yalnız asker gerekli derlerdi. Şimdi insanların bir mesleği olsun diyorlar. Böyle söylemeye başladılar ansızın. İnsanın bir mesleği yoksa tembel olurmuş.” (s. 46)
Militarizmin, savaşın olduğu yerde evine eksik kolla ekmek götürebilecek, para yollayabilecek insanların huzurlu dünyası… Süper.
Rujuklar Ülkesinde: Rujuk dili ve gelenekleri hakkında dünyada uzman olan tek bir adam var: James Wodruff. İki öğrencisinden biri sığır çiftliği açıp ortadan kaybolmuş, en iyisini yapmış. Diğer öğrenci de hikâyenin anlatıcısı. 13 yılını Rujuklar için harcıyor, sonra onca araştırmanın, onca emeğin ödülü olarak aç kalıyor. Meyve yetiştirmeye başlıyor. Böyle şeyler dünyanın umrunda değil pek. En iyisi araştırılan kavmin topraklarından dönmemek.
Genç Bir Kralın Anıları: Kabile reisi gibi bir genç var, babası ölünce tahta bu geçiyor. Lakin tahtlık bir durumu yok. Kompozisyonla, matematikle uğraşan biri. Evlendiği kızla birlikte ülkeden kaçıyor, bir sirkte bilet satmaya başlıyor. Ülkesinden sürekli telgraflar geliyor. İşte ayaklanma bitti, şu kadar ölü var. Bir gün geliyor, bir zamanlar kralı olduğu insanlardan geriye bir müzedeki üç beş parça eşyadan başka bir şeyin kalmadığını görüyor. Biraz üzülüp bilet satmaya gidiyor yine. Böyle.
Elsa Baskoleit’in Ölümü: Yine bir savaş sonrası. Savaşa giden ve dönmeyi başaran genç, işi dolayısıyla doğup büyüdüğü yere gider ve çocukken tanıdığı Elsa’yı arar. Elsa’nın annsiyle karşılaşır. Kadın psikolojik olarak çökmüştür, sürekli aynı şeyi söyler. Söylediği şeyi söylemiyorum, malum.
Sonrasında yine savaş, küçük mutsuzluklar, küçük mutluluklar ve Böll’ün hayatın içinde erimiş, eğer yazılmamış olsalardı kimsenin bilmeyeceği, belki de hatırlamayacağı insanları. Böll güzel, savaşın getirdiği hiçlikten tutup çektiği insanları daha güzel. Ben olsam okurdum. Ki okudum.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Kâmuran Şipal’ın çevirilerini şıp diye tanımak için birkaç kelime yeterli. Mesela “hanidir” ve mesela “devcileyin” gibi. Fakat son nokta sanıyorum şu: “(…) ‘Aman da Meksika’nın güneşi’ şarkısını söylüyorlardı.” (s. 112) Dsfds, Meksika’yla bizim türküleri çağrıştırabilen sanırım bir tek Şipal. Çeviri emektarı kendisi, çok da dalga geçemiyorum, bazı çevirileri gerçekten buram buram çeviri koksa da ortada büyük bir emek var. Ben şahsen Şipal’ın ellerinden öperim.
Böll’ün öyküleri küçük insanların öyküleri; gerek savaş sonrasının, gerek toplumda yer edinme sıkıntısı çekenlerin hayatlarına şöyle küçük fakat derin pencereler. Evet.
Cüce ile Bebek: Bir istatistik memurunun dinle ilgili araştırması, dine karşı toplumun farklı kesimlerinden insanların tepkileri ve camda görülen bir biblo. Küçük şeyler. Deyince akla bizde hikâyenin başlangıcı geliyor akla ama Böll’ün öyküsünde bu: “İlkin sustu kadın. Ellerini önlüğüne kuruladı. Ağzı açık, gözlerini dikerek bana baktı: ‘Allah,’ dedi, ‘iki Allah var, biri zenginlerin Allah’ı, öbürü yoksulların.'” (s. 8)
Üzgün Yüzüm: Somurttuğu için kanunlara karşı gelen bir adamın polislerle başının belaya girmesi, hüküm giymesi. Özgür aklın zincire vurulması mı diyeyim, yoksa gülemeyen bir insanın sıkıntısı mı? Çeşitler çok.
Köprü Başında: Bir köprünün başında insanları saymakla görevlendirilmiş bey hakkındadır. İstatistik eleştirisi var. Şu kadar insan öldür katilsin, bu kadar öldür istatistiktir tarzı. Bu arada saymanımız aşık olduğu kızı da sayıyor, ayırt edemiyor diğerlerinden. Bak şimdi, deli çıkarım: Görev mi, duygular mı? Sartre’ın Duvar’ında benzer olmasa da aynı temelde bir çatışma vardı. Onu da anlatacağım. Neyse, bu böyle.
Lohengrin’in Ölümü: Yoksul bir çocuk hastanede ölmek üzere. Kardeşlerine yemek yapacaktı eve gidebilseydi. Vaftiz edilmemiş. Ölümüne yakın bir rahibe tarafından vaftiz ediliyor. Trajik bir şey.
Hesapta Olmayan Konuklar: Bu süper. Hayır diyemeyen bir çiftin evine fil bırakıyorlar, aslan bırakıyorlar. Sirk sahibi rica ediyor çiftten. Yarı aç yarı tok, öylece yaşıyorlar. Nasreddin Hoca-Timur vakası gibi.
Bütün öyküleri almıyorum, biraz heyecanı da olsun kitabın. Hehe. Almadığım bir öyküden tadımlık:
“İşin en berbat yanı bir mesleğimin olmaması. Şimdilerde insanın bir mesleği bulunması gerekiyor da. Öyle diyorlar. Bir vakitler hep söylerlerdi, meslek olmasa da olur, bize yalnız asker gerekli derlerdi. Şimdi insanların bir mesleği olsun diyorlar. Böyle söylemeye başladılar ansızın. İnsanın bir mesleği yoksa tembel olurmuş.” (s. 46)
Militarizmin, savaşın olduğu yerde evine eksik kolla ekmek götürebilecek, para yollayabilecek insanların huzurlu dünyası… Süper.
Rujuklar Ülkesinde: Rujuk dili ve gelenekleri hakkında dünyada uzman olan tek bir adam var: James Wodruff. İki öğrencisinden biri sığır çiftliği açıp ortadan kaybolmuş, en iyisini yapmış. Diğer öğrenci de hikâyenin anlatıcısı. 13 yılını Rujuklar için harcıyor, sonra onca araştırmanın, onca emeğin ödülü olarak aç kalıyor. Meyve yetiştirmeye başlıyor. Böyle şeyler dünyanın umrunda değil pek. En iyisi araştırılan kavmin topraklarından dönmemek.
Genç Bir Kralın Anıları: Kabile reisi gibi bir genç var, babası ölünce tahta bu geçiyor. Lakin tahtlık bir durumu yok. Kompozisyonla, matematikle uğraşan biri. Evlendiği kızla birlikte ülkeden kaçıyor, bir sirkte bilet satmaya başlıyor. Ülkesinden sürekli telgraflar geliyor. İşte ayaklanma bitti, şu kadar ölü var. Bir gün geliyor, bir zamanlar kralı olduğu insanlardan geriye bir müzedeki üç beş parça eşyadan başka bir şeyin kalmadığını görüyor. Biraz üzülüp bilet satmaya gidiyor yine. Böyle.
Elsa Baskoleit’in Ölümü: Yine bir savaş sonrası. Savaşa giden ve dönmeyi başaran genç, işi dolayısıyla doğup büyüdüğü yere gider ve çocukken tanıdığı Elsa’yı arar. Elsa’nın annsiyle karşılaşır. Kadın psikolojik olarak çökmüştür, sürekli aynı şeyi söyler. Söylediği şeyi söylemiyorum, malum.
Sonrasında yine savaş, küçük mutsuzluklar, küçük mutluluklar ve Böll’ün hayatın içinde erimiş, eğer yazılmamış olsalardı kimsenin bilmeyeceği, belki de hatırlamayacağı insanları. Böll güzel, savaşın getirdiği hiçlikten tutup çektiği insanları daha güzel. Ben olsam okurdum. Ki okudum.