Güneş de Doğar'daki kişiler, savaş sonrası değer yargıları yiten, değişen yaşamları üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen insanlardır. Roman başkişileri, bu çöküntüyü olanca derinliğiyle yaşarlar. Hemingway yaşamı, ister av, ister savaş alanında, isterse arenada, nerede olursa olsun düş kırıklıklarıyla dolu bir savaş gibi algılar. Yaşadıklarına gözlemlerini katınca, her biri ötekinden güzel, inandırıcı ve dünyanın dört bir yanındaki okuyucuya seslenen dev yapıtlar çıkarır.Hemingway'in ilk romanı olan Güneş de Doğar çağının etkilerini üzerinde taşıyan, her soluğunda savaşın yarattığı büyük yıkımı yansıtan, tüm zamanların en iyi romanları arasında gösterilen bir yapıt.
Gazeteci olarak başladığı yazı hayatını roman ve hikâyeyle sürdürecek olan yazar, festival günlerinin bitmesiyle birlikte ilk romanını yazmaya başlıyor. Kendisini dünyaya tanıtan romanlardan ilki, belki de yalınlığı açısından en önemlisi. Iceberg Theory diyorlar; Hemingway’in karakterleri, olayları vs. görünmeyen kısmın küçük bir yansıması sadece. Son derece yalın bir dille yazılmış metinlerin altında yatanlara buradan ulaşılabilir.
I. Dünya Savaşı’nın getirdiği kayıp neslin romanı bu aslında, modernist bir perspektifle yazılması/okunması doğal. Çağın sağduyusu bombalar altında kalmışken geçmiş veya gelecek mümkün değil. Büyük bir bunalımdan çıkılmış, savaşa katılan, katılmayan herkes yeni bir dünyaya uyanmış ve bazıları bu yeni dünyayla mücadele ederken, bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışırken bazılarıysa moratoryum ilan ederek sadece yaşamak istemiş. Bohemlik bir yana, belki de sadece yaşamanın ağırlığını biraz olsun duyumsamak ve derinlerde bir yerde bir anlam bulabilmek.
Epigrafların biri Gertrude Stein’dan: “Sizler yitik bir kuşaksınız.” Diğeri de Vaiz Kitabı’ndan; her yolculuk yine kendine döner temalı bir bölüm.
Jake Barnes anlatıyor. I. Dünya Savaşı’ndan yaralanarak üreme fonksiyonunu kaybetmiş bir adam. Kayıp neslin bir sembolü; üretkenliği yok. Arkadaşı Robert Cohn’la birlikte Paris’te tenis oynuyor ve bol bol içiyor. Leydi Brett, Jake’le baş başa kaldıkları zaman gizlediği kişiliğini ortaya koyabilen, diğer zamanlarda primadonna kompleksinden mustarip bir kadın. “New Woman” deniyor; yaşamı tamamen kendi elinde, istediği gibi yönlendirebilir. Çok güzel, ihtişamlı ve mutsuz. Mike ve Bill gruba sonradan katılıyor. Mike ve Brett sevgili. Olabildikleri kadar tabii. Paris’in kafelerinde geçirdikleri zamanlarda mutlu oluyorlar gibi görünüyor, onun dışında hayatı ıskalama duygusu Cohn haricinde pek kimseye gelmiyor. O çağda yapabilecekleri daha iyi bir şey yok. Yapsalar dahi savaşın yıkıcılığında her şeyin bir anda toz olabileceğini görmüşler.
Paris’te geçen bohem yaşam, İspanya’ya gitmeleriyle sürüyor. Boğa güreşlerini izleyecekler ve gezecekler. Hemingway ava ve boğa güreşlerine tutkun.
Bukowski, Hemingway’in ilk metinlerini çok seviyor, tamamen yaşamak üzerine kurulu olanları. Güneş, İşte Burdayım’da diyor: “At yarışları bir şey yapıyor insana. İçmek gibi. Sıradanlığın dışına çıkarıyor insanı. Hemingway’in boğa güreşlerini kullandığı gibi kullanıyorum ben hipodromu. Tabii ki hipodroma her gün gidersen sıradanlığın dışına çıkmak söz konusu değildir; adamın anasını beller.” (s. 98) Boğa güreşleri, hipodrom, mücadeleyle yüz yüze gelinen her şey yaşamı hissettiren bir olgu haline geliyor. Evlerinden çok uzakta, yaşamanın ne olduğunu hatırlamak isteyen insanlar için kurtarıcı haline geliyor bu tür olaylar. Gruptakileri anlatan şu bölümle birlikte anlaşılabilir hale geliyor bu: “Sürgünsün sen. Toprakla olan ilintiyi yitirmişsin. İnceliveriyorsun. Yapay Avrupa ölçüleri bitirmiş seni. İçkiden öleceksin.. Cinsellikten başka bir şey düşünmüyorsun. Bütün zamanını çalışacağına konuşmakla harcıyorsun. Sürgünsün çünkü, anlıyor musun? Ömrün kahve köşelerinde geçiyor.” (s. 122) Jake’in cevabı başka bir sayfada: “(…) Belki insan gittikçe yeni şeyler öğreniyordu, gerçekten de. Niçin olduğu beni ilgilendirmiyordu. Bütün istediğim nasıl yaşanacağını öğrenmekti. Belki insan nasıl yaşanacağını öğrenebilirse niçinini de öğrenebilirdi.” (s. 156) Buzdağının bir an için ortaya çıkan kısmı.
Hasan Ali Toptaş’ın Haraptarlı Nafi’den aktardığı: “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum…” Herkes kendi yoluyla bu anlama ulaşmaya çalışıyor; kimi düşünerek. Bazılarıysa yaşayarak, yaşamadan bir şey düşünülmüyor, elde edilemiyor çünkü. Hemingway’den kayıp kuşağa armağan.
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
Gazeteci olarak başladığı yazı hayatını roman ve hikâyeyle sürdürecek olan yazar, festival günlerinin bitmesiyle birlikte ilk romanını yazmaya başlıyor. Kendisini dünyaya tanıtan romanlardan ilki, belki de yalınlığı açısından en önemlisi. Iceberg Theory diyorlar; Hemingway’in karakterleri, olayları vs. görünmeyen kısmın küçük bir yansıması sadece. Son derece yalın bir dille yazılmış metinlerin altında yatanlara buradan ulaşılabilir.
I. Dünya Savaşı’nın getirdiği kayıp neslin romanı bu aslında, modernist bir perspektifle yazılması/okunması doğal. Çağın sağduyusu bombalar altında kalmışken geçmiş veya gelecek mümkün değil. Büyük bir bunalımdan çıkılmış, savaşa katılan, katılmayan herkes yeni bir dünyaya uyanmış ve bazıları bu yeni dünyayla mücadele ederken, bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışırken bazılarıysa moratoryum ilan ederek sadece yaşamak istemiş. Bohemlik bir yana, belki de sadece yaşamanın ağırlığını biraz olsun duyumsamak ve derinlerde bir yerde bir anlam bulabilmek.
Epigrafların biri Gertrude Stein’dan: “Sizler yitik bir kuşaksınız.” Diğeri de Vaiz Kitabı’ndan; her yolculuk yine kendine döner temalı bir bölüm.
Jake Barnes anlatıyor. I. Dünya Savaşı’ndan yaralanarak üreme fonksiyonunu kaybetmiş bir adam. Kayıp neslin bir sembolü; üretkenliği yok. Arkadaşı Robert Cohn’la birlikte Paris’te tenis oynuyor ve bol bol içiyor. Leydi Brett, Jake’le baş başa kaldıkları zaman gizlediği kişiliğini ortaya koyabilen, diğer zamanlarda primadonna kompleksinden mustarip bir kadın. “New Woman” deniyor; yaşamı tamamen kendi elinde, istediği gibi yönlendirebilir. Çok güzel, ihtişamlı ve mutsuz. Mike ve Bill gruba sonradan katılıyor. Mike ve Brett sevgili. Olabildikleri kadar tabii. Paris’in kafelerinde geçirdikleri zamanlarda mutlu oluyorlar gibi görünüyor, onun dışında hayatı ıskalama duygusu Cohn haricinde pek kimseye gelmiyor. O çağda yapabilecekleri daha iyi bir şey yok. Yapsalar dahi savaşın yıkıcılığında her şeyin bir anda toz olabileceğini görmüşler.
Paris’te geçen bohem yaşam, İspanya’ya gitmeleriyle sürüyor. Boğa güreşlerini izleyecekler ve gezecekler. Hemingway ava ve boğa güreşlerine tutkun.
Bukowski, Hemingway’in ilk metinlerini çok seviyor, tamamen yaşamak üzerine kurulu olanları. Güneş, İşte Burdayım’da diyor: “At yarışları bir şey yapıyor insana. İçmek gibi. Sıradanlığın dışına çıkarıyor insanı. Hemingway’in boğa güreşlerini kullandığı gibi kullanıyorum ben hipodromu. Tabii ki hipodroma her gün gidersen sıradanlığın dışına çıkmak söz konusu değildir; adamın anasını beller.” (s. 98) Boğa güreşleri, hipodrom, mücadeleyle yüz yüze gelinen her şey yaşamı hissettiren bir olgu haline geliyor. Evlerinden çok uzakta, yaşamanın ne olduğunu hatırlamak isteyen insanlar için kurtarıcı haline geliyor bu tür olaylar. Gruptakileri anlatan şu bölümle birlikte anlaşılabilir hale geliyor bu: “Sürgünsün sen. Toprakla olan ilintiyi yitirmişsin. İnceliveriyorsun. Yapay Avrupa ölçüleri bitirmiş seni. İçkiden öleceksin.. Cinsellikten başka bir şey düşünmüyorsun. Bütün zamanını çalışacağına konuşmakla harcıyorsun. Sürgünsün çünkü, anlıyor musun? Ömrün kahve köşelerinde geçiyor.” (s. 122) Jake’in cevabı başka bir sayfada: “(…) Belki insan gittikçe yeni şeyler öğreniyordu, gerçekten de. Niçin olduğu beni ilgilendirmiyordu. Bütün istediğim nasıl yaşanacağını öğrenmekti. Belki insan nasıl yaşanacağını öğrenebilirse niçinini de öğrenebilirdi.” (s. 156) Buzdağının bir an için ortaya çıkan kısmı.
Hasan Ali Toptaş’ın Haraptarlı Nafi’den aktardığı: “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum…” Herkes kendi yoluyla bu anlama ulaşmaya çalışıyor; kimi düşünerek. Bazılarıysa yaşayarak, yaşamadan bir şey düşünülmüyor, elde edilemiyor çünkü. Hemingway’den kayıp kuşağa armağan.
konusu güzeldi ama çeviriden kaynaklı kopukluklar yaşadım
Ernest Hemingway benim yazarım…Ne yazsa iyidir…
Arkadaşıma hediye olarak aldığım, güzel bir eser.
Bazen ağır ilerlese de bir şekilde okurken buluyorsunuz kendinizi. Sanırım filmi de varmış. İzlemeyi düşünüyorum.