Herşeyden önce bir şairin kaleminden çıkan Paris Notları'nda yer alan betimlemeler, gözlemler, yorumlar değerlendirmeler...Bu büyülü kenti görmeyenlere de Paris'i tanıtmaya, onları orada yaşatmaya yetiyor bence. Cüneyt Ayral, yazılarının beslendiği Paris'e hem içten-artık oralı, hem de dıştan bir iş adamının, bir gazetecinin, bir şairin, bir gezginin..gözüyle de bakıyor: Kenti içten ve dıştan kuşatarak önümüze koyuyor yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını.Gültekin Emre
Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin sokaklarını “gayet geniş” bulduğu, Ahmet Mithat Efendi’nin roman kahramanının çok iyi ağırlandığı, Abdülhak Hamid’in tiyatrolarına taht kurduğu, Halid Ziya’nın “câzibesi”ne kapıldığı, Ahmed Hâşim’in “Gecenin karanlıkları iner inmez, baştan başa sarı, kırmızı, lâcivert ışıklardan yapılmış parıltılı bir mimarî hâline gelmiş bu çerçeve içinde, günün hemen her saatinde caddelerini dolduran temiz, güzel, terbiyeli, endişesiz…” insanların arasına karıştığı, Yahya Kemal’in “genç iken koyu Baudelaire-perest”ken sevdalandığı, Peyami Safa’nın on beş yaşından beri yaşantısının “önemli bir bölümü”nün geçtiği, Tanpınar’ın “akşam Champs-Elysées’de” oturduğu “kahvede büyük bir kuş sürüsünü ürkütmüş bir adama” benzediği, Nâzım Hikmet’in “şaraba” benzettiği, Sait Faik’i “Louvre’u, Galatasaray resim sergisini gezer gibi” gezdiği, Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektupta Cahit Sıtkı’nın, “Geldiğime o kadar isabet etmişim” dediği, Yaşar Nabi’ye yazdığı mektupta ise Ziya Osman Saba’nın “Hep bizim romanlarda okuduğumuz yerler, fotoğraflarda gördüğümüz binalar, abideler.. Yegâne fark: Bütün bu şeylerin bir araya gelmesi” diye değerlendirdiği, Abidin Dino’nun Almanların sırtını yere getiremediğini düşündüğü, Haldun Taner’in bir tiyatro gibi algıladığı, Melih Cevdet’in su içmeyi bıraktığı, İlhan Berk’in güzel bir kadına rastlayamadığı, Cahit Külebi’nin aklına “Boğuk sesli bir kadın” geldiği, Salâh Birsel’in saptamasıyla Jön-Türklerin mesken tuttuğu, Attilâ İlhan’ın hakkında “usturuplu laflar” kurduğu ve sonra hepsini unuttuğu, Adalet Ağaoğlu’nun “Özellikle o yıllarda hemen herkesin yazılarında, konuşmalarında” adını “hep altın harflerle geçirdikleri, dediği… Ece Ayhan’ın haritanın bir yerinden “indiği”, Nedim Gürsel’in “İstanbul gittiğim bir kentse hangi kente dönebilirim?” diye sorduğu, Enis Batur’un kendini hem evinde, hem de göçmen olduğunu düşündüğü… Ve daha nice yazarımızın, sanatçımızın, şairimiz, aydınımızın, gezginimizin Paris’ini siz nasıl bilirsiniz? Ya Cüneyt Ayral’ın Paris’ini? Her şeyden önce bir şairin kaleminden çıkan Paris Notları’nda yer alan betimlemeler, gözlemler, yorumlar değerlendirmeler… Bu büyülü kenti görmeyenlere de Paris’i tanıtmaya, onları orada yaşatmaya yetiyor bence. Cüneyt Ayral, yazılarının beslendiği Paris’e hem içten -artık oralı- hem de dıştan bir işadamının, bir gazetecinin, bir şairin, bir gezginin gözüyle de bakıyor; Kenti içten ve dıştan kuşatarak önümüze koyuyor yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin sokaklarını “gayet geniş” bulduğu, Ahmet Mithat Efendi’nin roman kahramanının çok iyi ağırlandığı, Abdülhak Hamid’in tiyatrolarına taht kurduğu, Halid Ziya’nın “câzibesi”ne kapıldığı, Ahmed Hâşim’in “Gecenin karanlıkları iner inmez, baştan başa sarı, kırmızı, lâcivert ışıklardan yapılmış parıltılı bir mimarî hâline gelmiş bu çerçeve içinde, günün hemen her saatinde caddelerini dolduran temiz, güzel, terbiyeli, endişesiz…” insanların arasına karıştığı, Yahya Kemal’in “genç iken koyu Baudelaire-perest”ken sevdalandığı, Peyami Safa’nın on beş yaşından beri yaşantısının “önemli bir bölümü”nün geçtiği, Tanpınar’ın “akşam Champs-Elysées’de” oturduğu “kahvede büyük bir kuş sürüsünü ürkütmüş bir adama” benzediği, Nâzım Hikmet’in “şaraba” benzettiği, Sait Faik’i “Louvre’u, Galatasaray resim sergisini gezer gibi” gezdiği, Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektupta Cahit Sıtkı’nın, “Geldiğime o kadar isabet etmişim” dediği, Yaşar Nabi’ye yazdığı mektupta ise Ziya Osman Saba’nın “Hep bizim romanlarda okuduğumuz yerler, fotoğraflarda gördüğümüz binalar, abideler.. Yegâne fark: Bütün bu şeylerin bir araya gelmesi” diye değerlendirdiği, Abidin Dino’nun Almanların sırtını yere getiremediğini düşündüğü, Haldun Taner’in bir tiyatro gibi algıladığı, Melih Cevdet’in su içmeyi bıraktığı, İlhan Berk’in güzel bir kadına rastlayamadığı, Cahit Külebi’nin aklına “Boğuk sesli bir kadın” geldiği, Salâh Birsel’in saptamasıyla Jön-Türklerin mesken tuttuğu, Attilâ İlhan’ın hakkında “usturuplu laflar” kurduğu ve sonra hepsini unuttuğu, Adalet Ağaoğlu’nun “Özellikle o yıllarda hemen herkesin yazılarında, konuşmalarında” adını “hep altın harflerle geçirdikleri, dediği… Ece Ayhan’ın haritanın bir yerinden “indiği”, Nedim Gürsel’in “İstanbul gittiğim bir kentse hangi kente dönebilirim?” diye sorduğu, Enis Batur’un kendini hem evinde, hem de göçmen olduğunu düşündüğü… Ve daha nice yazarımızın, sanatçımızın, şairimiz, aydınımızın, gezginimizin Paris’ini siz nasıl bilirsiniz? Ya Cüneyt Ayral’ın Paris’ini? Her şeyden önce bir şairin kaleminden çıkan Paris Notları’nda yer alan betimlemeler, gözlemler, yorumlar değerlendirmeler… Bu büyülü kenti görmeyenlere de Paris’i tanıtmaya, onları orada yaşatmaya yetiyor bence. Cüneyt Ayral, yazılarının beslendiği Paris’e hem içten -artık oralı- hem de dıştan bir işadamının, bir gazetecinin, bir şairin, bir gezginin gözüyle de bakıyor; Kenti içten ve dıştan kuşatarak önümüze koyuyor yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını.